Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. (Tevbe/38)

Anasayfa

ALLAH ERLERİ

Rab

Rab

"RAB" KELİMESİNİN DİL YÖNÜNDEN ARAŞTIRILMASI

Rab  kelimesinin  ve şeddeli  (Zîrâ İbn’u faris, Makâyisu'l-Lüga, II, 381-382'de rabbe maddesinde şöyle der:Re ve be bazı esaslara delâlet eder. Birincisi: Bir şeyi ıslah etmek ve onun üzerinde kâim olmak. Bu durumda Rab: Mâlik, yaratıcı, sahip, bir şeyi ıslah eden mânâlarınadır. İkincisi: Bir şeyin, gerekli ve devamlı olması ve o şey üzerinde kâim olması. Bu birinci esasa uygundur. Üçüncüsü: Bu şeyi, diğerine ilâve edip bağlamak. Bu da evvelki mânâlara uygundur. İyice dikkat edildiği vakit kelimenin tek mânâ etrafında döndüğü görülür)  ile asıl mânâsı Terbiye"dir. Sonra bundan tasarruf, taahhüt, ıslah etme, tamamlama, kemâle erdirme mânâları çıkmıştır. Bütün bunlardan da yücelik, riyaset, mâlik olmak ve efendilik gibi mânâlara gelen kelimeler doğmaktadır. Arap dilinde kelimenin değişik anlamlarda kullanılışına ait misaller şunlardır:(Bk.Lisânü'l-Arab rab, maddesi, I, 384-394; Kâmûsü'l-Muhit, 'rab' maddesi; el-Muhassas; XVII, s.154.)

1)Terbiye etmek , yetiştirmek , geliştirmek :

Araplar  sözü ile "onu olgunlaşıncaya kadar terbiye etti" mânâsını kastederler. terbiye edilen erkek çocuk, terbiye edilen kız çocuk anlamlarına gelir. Bu iki kelime annenin, kocasının evinde terbiye ettiği çocukları anlatır. Bu kelime aynı zamanda "dadı" anlamına da gelir.  üvey anneye denir.Zira çocuğun öz annesi olmakla birlikte, terbiyesine ve yetiştirilmesine o bakar.  ise, annenin sonradan evlendiği kocasıdır (üvey baba,   veya    saklanan ilaç demektir.

babından "ilâve etmek, ziyâde etmek ve tamamlamak" mânâlarınadır. Araplar  dediklerinde "fazlasıyla iyilik yaptı ve malı çoğaldı" mânâsını kastederler.

2)Toplamak , yığmak , hazırlamak:

 denirse, "Filan insanları topladı" veya "onlar’da yanında toplandı" mânâsı anlaşılır. Toplandıkları yere  denir.  bir araya gelmek ve toplanmak demektir.

3)Mesuliyetini yüklenmek, ıslah etmek, koruyup gözetmek:

dendiğinde 'Araziyi taahhüt etti, sorumluluğunu üzerine aldı ve durumunu kontrol etti" mânâsı anlaşılır. Safvan b. Ümeyye, Ebu Süfyan'a: "Kureyş'ten bir şahsın beni tekeffül edip maiyeti altına alması, Hevazin'li bir şahsın himayesine almasından daha iyidir" demiştir.

Alkame b. Abde şöyle der:

"Ben şu anda işlerimin ıslahını sana bıraktım.Senden önce bir çok kefiller benim işimi üzerlerine aldılar da, hiçbir şeyi ıslah edemediler."( Bu beyit için bk. Alkame b. Abde'nin Divanı, s. 132; el-Mufaddaliyât, II, 194; el-Lisân, rabb maddesi; Makâyîsu'1-Lûgâ, II, 383; Tefsiru't-Taberî, I, 48; es-Sıhah, rabb maddesi; el-Muhassassa, XVII.)

Ferazdak da şöyle der:

 "Onlar şu ahmak yağcı kadın gibidirler ki, o yağını tabaklanmamış, sert bir deri içinde muhafaza ediyor."( Bu beyit için bkz. Lisân  maddesi,  yağ manasınadır)

"Filan filanın nezdinde sanatı ile meşgul oluyor; alışıyor; eli onun yanında maharet kazanıyor" demektir.

4) Üstünlük, efendilik, başkanlık, sözünü geçirmek, istediğini yapabilmek;

li "Filan kavmini idare etti ve onları kendine itaat ettirdi"  "kavme hükmettim, egemenlik kurdum." demektir.

Lebid b. Rebia şöyle der:

"Bir gün (kadınlar) Kinde'nin reisini ve oğlunu ve Mead'ın reisini vadi ile dağ arasında helak ettiler"( Bu beyit için bkz. Tefsiru't-Taberî, I, 47; Tefsiru't-Taberî, I, 11; el-Muhassas, XVII, 154)

Bu mânâda Nabiğatü'z- Zübyânî de şöyle der:

 

"Nail oluncaya kadar Numan'a koşarsın. Lidersin sana eski malı da, yeni malı da feda olsun"(Bu beyit Taberî'nin Tefsirinde geçer. Bk. I, 141. Maarif Vezâreti baskısı, Mahmut Şakir neşri; Tarifi ve Tâlidî için de bk. ed-Divân, s. 89; el-Muhassas, XVII, 154. et-Tarif: Sonradan peyda olmuş mal, et-Tâlidî: Yanında çoğalan eski mal)

 

5) Mâlik olmak, sahip olmak:

Hadiste zikredildiğine göre Nebi (s. a) bir adama:"Sen koyun sahibi misin; yoksa deve sahibi mi? diye sormuştur.Bu mânâda ev sahibine deve sahibine    mülk sahibine   denir.

Rab kelimesi efendi mânâsına da gelir; köle ve hizmetçi kelimesinin zıddı anlamında kullanılır.

İşte, Rab kelimesinden türeyen mânâlar, bu şekilde açıklanabilir. Bu kelimeyi mürebbi ve münşî (inşa eden) mânâsına hasredip, rûbûbiyet kelimesinin tefsirinde  (O, bir şeyi noksansızlık noktasına getirinceye kadar, bir halden diğer bir hale yükselterek inşa eden, demektir.) cümlesini tekrarlayıp duranlar, 'Allah'a hamd ölsün ki hata etmişlerdir. Hakikat şudur ki, bu cümle Rab kelimesinin çok geniş inanlarından sadece biridir.

Bu kelimenin genişliğine ve dallı budaklı anlamlarına bakıldığında, Rab kelimesinin aşağıda belirtilen mânâların hepsini ifade ettiği görülür:

a)Mürebbi, ihtiyaçların giderilmesinde kefil, terbiye ve yetiştirme işlerini gören,

b)Kefil olan, murakabe eden, durumu düzelten ve sorumluluğu üzerine almayı tekeffül eden.

c)Kavmi arasında odak kişiliğe sahip olduğundan, etrafında toplandıkları efendi, başkan.

d)İtaat edilen hâkim, sözü geçen otorite, efendilik ve üstünlüğü kabul edilen, tasarruf yetkilerinin sahibi.

e)Melik (kral) ve efendi.

KURAN'DA RAB KELİMESİNİN KULLANILIŞI

Rab kelimesi Kuran'da, az önce zikrettiğimiz bütün mânâlarda kullanılmaktadır. Bazı yerlerde bu mânâlardan biri veya ikisi, bazı yerlerde de, daha fazla mânâ kastedilebilir. Bir üçüncü yerde, kelime aynı anda beş mânâda birden kullanılabilir. İşte bu mânâda kullanılan Kuran âyetleri:

Birinci mânâda...

 "(Yusuf:) "Allah'a sığınırım. Doğrusu o benim rabbimdir. Beni en güzel şekilde barındırmıştır."(Yusuf,23) (Müfessirlerden bazısının yaptığı gibi, âyette Yusuf (a.s.)'un rabbi kelimesi ile Mısır Azizini kastettiği zannına kapılınmamalıdır. Zira daki zamir, Yusuf (a.s.)'un meazallah sözü ile sığındığı Allah'a aittir. Allah lâfzı, işaret zamirine yakın iken, hangi ihtiyaca binaen yakında zikredilmemiş bir şahsa ait olduğu kabul ediliyor? Eseri Arapça’ya çeviren M. Kâzım Sebbak şöyle diyor: "Üstad Mevdûdî'nin  deki zamirin Mısır Azizine raci oluşunu yanlış bulduğu şık, Taberî Tefsiri (V, 108)'nin Mücâhid ve İbn İshak'tan nakledilmeyen rivayetlere dayanıyor. Doğru gördüğü şık ise, et-Taberî'nin Mecmeu'l-Beyan (V, 223)'da rivayet ettiği "Denildi ki, zamir Allah'a racidir." Mânâ: "Allah rabbimdir, bana iyilik etti, beni peygamber kıldı, O'na ebediyyen isyan etmem" şeklindeki ibaresine dayanmaktadır.)

 İkinci mânâda...

 (Birinci mânâdaki tasavvurlarla beraber)

"İşte o taptıklarınız benim düşmanımdır. Fakat alemlerin Rabbi böyle değil. O (Rab) ki, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur" (Şuara, 77-80).

"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra size her hangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na tazarru ve feryat edersiniz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit ise içinizden bir takımları, bakarsınız ki Rabblerine eş tutuyorlar"(Nahl,53-54).

"De ki: O her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?" (En'am,164).

"O, doğunun da batının da Rabbıdır. O'ndan başka hiç bir ilâh yok. O halde güvenecek ve dayanacak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 9)

 Üçüncü mânâda...

 "O sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 34).

"Nihayet hepinizin dönüp gidişi, ancak Rabbinizedir" (Zümer, 7).

"De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak" (Sebe,26)

"Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiç bir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdi. Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi de ancak Rablerine toplanıp getirilirler" (En'am, 38).

"Sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki, onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşup gidiyorlar" (Yasin, 51)

 Dördüncü mânâda...

 (Üçüncü mânâdan bazı tasavvurlarla beraber)

"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler" (Tevbe, 31)

"...Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim. (Âl-i İmran, 64).

Bu iki ayette Rablerden amaç, genellikle ümmet ve toplulukların önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Onlar emir ve yasaklarına boyun eğerler, şeriat ve kanunlarına tabi olurlar, Allah'ın gönderdiği hiç bir delile dayanmaksızın haram ve helal dediklerine inanırlar, bütün bunlardan öte, kendiliklerinden emir ve yasak koyabileceklerine imân ederler.

"İkinizden biriniz efendisine (rabbine) şarap içirecek" (Yusuf- 41).

"Bu ikisinden kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin (Rabbinin) yanında an. Fakat şeytan efendisine (Rabbine) hatırlatmayı ona unutturdu" (Yusuf 42). "Yusuf’a elçi gelince -Efendine dön de, ellerini kesen o kadınların zoru ne idi? Kendisine sor. Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir- dedi" (Yusuf, 50). Yusuf, (s.a) bu ayetlerde Mısırlılara hitaben, Mısır Azizini rab, efendi kelimesi ile isimlendiriyor. Çünkü Mısırlı'lar onun yüce otoritesine ve merkezi kişiliğine inanıyorlar, emir ve yasak koymaya sahip olduğuna îman ediyorlardı. O günkü pratik hayatta O, onların rabbi durumunda idi. Yalnız Yusuf’un (s.a) Rab kelimesini kendi nefsine nispetle Allah'tan başkası için kullanmıyordu. Zira O, Firavun'un (bu anlamda) Rablığını kabul etmiyordu. En üstün Kudret sahibi, emir ve nehyin gerçek maliki olan Allah'a inanıyordu.

 Beşinci mânâda...

 "Şu beytin Rabbine ibâdet etsinler onlar. O Rab ki onları açlıktan kurtarıp doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir." (Kureyş, 3-4)

"Galebe sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir" (Saffat, 180).

"Arşın Rabbi olan Allah,onların vasfedegeldikleri her şeyden yücedir,münezzehtir"(Enbiya, 22).

"De ki: Kim o yedi göğün Rabbi ve o büyük Arşın sahibi?" (Müminûn, 86).

"O, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O." (Saffat, 5)

"Hakikat şu: Şi'ra yıldızının Rabbi de O." (Necm, 49)

Daha önceki bölümlerde geçen ayetlerden, Rab kelimesinin mânâsının hiçbir boyutunun eksik kalmayacağı bir şekilde apaçık anlaşıldığını zannederim. Artık rûbubiyet konusunda sapıklığa düşen ümmetlerin düşüncelerinin ne olduğuna , niçin Kur'an'ın onları nakzetmek ve reddetmek istediğine ve Kur'an'ın neye davet ettiğine bakmamız yerinde olur. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in zikrettiği bu sapık ümmetlerden her birini, biri birinden ayrı ayrı ele alarak, inançları, fikirleri yönünden inceleyip, durum iyice anlaşılıncaya kadar açıklamalıyız.

NUH (a.s)'UN KAVMİ

 Kur'an'ın zikrettiği kavimler içinde tarihi bakımdan en eski olanı Nuh (a.s)'un kavmidir. Onlardan bahseden ayetlerden, onların Allah'ın varlığını inkâr etmedikleri anlaşılıyor. Bizzat Kur'an-ı Kerim aşağıdaki sözleri ile Nuh (a.s)'un davetine, karşı cevaplarını açıklıyor:

"Nuh kavminin ileri gelenleri şöyle derler: "Bu sizin gibi bir insandan başkası değildir. Size karşı şereflenmek, üstünlük sağlamak istiyor o. Eğer Allah Peygamber göndermek dilese idi, elbette bize melekler indirirdi" (Müminun 24)

Allah'ın bu evrenin yaratıcısı olduğunu, birinci ve ikinci mânâsı ile alemlerin Rabbi bulunduğunu da inkâr etmiyorlardı. Zira Nuh (a.s) onlara:

"O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz" (Hud, 34).

"Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok yargılayıcıdır." (Nuh, 10). "Görmediniz mi, Allah yeri göğü birbiri ile ahenkli olarak nasıl yaratmış, onlara da ayı bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır. Allah sizi yerden bir ot gibi bitirdi" (Nün, 15-17)  dediği zaman, onlardan hiç birisi kalkıp da Nuh (a.s)'a: "Allah Rabbimiz değildir", yahut da "Göklerde ve yerde olan her şeyi idare eden O değildir" dememiştir.

Onlar, Cenab-ı Hak'kın kendilerinin ilâhı olduğunu da inkâr etmiyorlardı. Bunun için Nuh (a.s), onları doğru yola şu sözü ile davet etti: "Sizin için Allah'tan başka ilâh yoktur." Şayet kavmi, Allah'ın uluhiyetini inkar etselerdi, o zaman Nuh (a.s)'un onları davet şekli bundan başka olurdu ve meselâ şu şekilde konuşurdu: "Ey kavmim! ilâh olarak Allah'ı seçiniz"

Burada akla şu soru gelebilir: "O halde, onlarla peygamberleri Nuh (a.s) arasındaki anlaşmazlık neydi?" Bu durumda biz de, Kur'an ayetlerim iyice araştırır ve izlersek anlaşmazlık konusunun ancak iki noktadan doğduğunu anlarız.

Evvela, Nuh(a.s) kavmine şöyle diyordu: "Muhakkak alemlerin Rabbi olan, sizi ve bütün bu âlemleri yarattığına inandığınız Allah, ihtiyaçlarınızı giderendir. O, hakikatte sizin tek olan ilâhınızdır. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başkasının, sizin ihtiyaçlarınızı gidermeğe, sizden sıkıntıları kaldırmaya, dua ve dileklerinizi işitmeye gücü yetmez. Bundan dolayı sadece O'na kulluk etmeniz ve sadece O'na boyun eğmeniz gerekir."

"(Nuh kavmine:) "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur" (Araf, 59). "Nuh dedi ki: "Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben, kâinatın Rabbinden gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahiy ettiklerini tebliğ ediyorum" (Araf 61,62).

Kavmi ise, bunun aksine Allah'ın, alemlerin Rabbi olduğunda ısrar ediyorlardı. Ancak bu âlemin nizamını idarede etkisi olan başka ilâhların da var olduğuna, ihtiyaçlarını onlara da  arz edebileceklerine, onlara da inanmaları gerektiğine kanaat getiriyorlardı. Dolayısı ile Allah'la beraber onları da ilâh tanıyorlardı.

"Sakın taptıklarınızı bırakmayın! Hele Ved'den, Suvaa'dan, Yeğus'tan, Yeuk'tan, Nasır' dan, zinhar vazgeçmeyin, dediler" (Nuh, 23).

İkinci olarak; onlar Allah'ın Rabliğine, hepsinin yaratıcısı, göklerin ve yerin sahibi, bu alemlerin işini idare eden olması yönünden inanıyorlardı. Ancak ahlaki, sosyal, medenî, siyasî ve diğer hayatî işlerde hüküm ve üstün otoritenin yalnızca O'na ait olduğunu, doğru yolu gösterenin, kanun koyanın, emretme ve yasaklamaya yetkili olanın yalnızca O olduğunu, yalnızca O'na tabi olunacağını söylemiyorlardı. Bütün bu işlerde, Allah'tan gayrı olarak reislerini ve âlimlerini rabler ediniyorlardı. Nuh(a.s)'un onları daveti ise bunun aksine, rabliği ayrı ayrı rablar arasında taksim etmemeye ve rab kelimesini, bütün mânâları ile Allah'ı tek Rab olarak seçmelerine, Allah'ın, yeryüzündeki vekili olarak, Allah'tan vahiy yolu ile alıp tebliğ ettiği bütün ilâhi emirlerde kendisine tabi olmalarına dâirdi. Onlara şöyle diyordu:

"Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim, artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" (Şuara,107,108)

HUD (a.s.)'UN KAVMİ (Ad)

 Kur'an-ı Kerim, Nuh (a.s)'un kavminden sonra Hud (a.s)'un kavmi Ad'ı zikrediyor. Bu kavim de, Allah'ın varlığım inkâr etmediği gibi, O'nun ilâhlığım da reddetmiyorlardı. Hattâ, Nuh (a.s) kavminin inandığı şekliyle Allah'ın Rûbûbiyetine inanıyorlardı. Kendileri ile, peygamberleri Hûd (a.s) arasındaki anlaşmazlığa gelince: Bu anlaşmazlık, Nuh (a.s) ile kavmi arasında i-ki sebepten meydana gelen anlaşmazlığın aynı idi. Aşağıdaki âyetler bunu apaçık göstermektedir:

"Ad kavmine de, kardeşleri Hud (a.s)'u gönderdik. O kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur." (Araf, 65)

"Dediler ki: Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz, atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin?" (Araf, 70)

"Eğer Rabbimiz dilese idi, elbette üstümüze melekler indirirdi" (Fussilet, 14).

"İşte Ad kavmi! Onlar Rablerinin âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine âsi oldular. İnatçı ve zorba her kişinin emri ardınca gittiler" (Hûd, 59)

SALİH (a.s.)'İN KAVMİ (Semud)

 Ad'dan sonra, kavimlerin en azgını olan Semud gelir. Bu kavim de, esas ve ilkeler bakımından Nuh ve Hûd kavimleri gibi sapılmıştı. Allah-u Teala'nın varlığını inkar etmedikleri gibi, bütün yaratıkların Rabbi ve ilâhı olduğunu da inkâr etmiyorlardı. Ona ibâdet etmekten, huzurunda boyun eğmekten de kaçınmıyorlardı. Allah'ın tek ilâh olmasına, ibâdete yalnız O'nun layık görülmesine, bütün anlamları ile rûbûbiyetin başkasına değil de, yalnız O'na tahsis edilmesine karşı çıkıyorlardı. Onlar Allah'la beraber diğer ilâhlara iman etmekte, dualarını duyup, sıkıntılarım kaldırdıklarına, ihtiyaçlarını giderdiklerine inanmakta ısrar ediyorlardı. Medeni ve ahlakî yaşayışlarında uyacakları kanunlarını, Allah'tan değil de, bu ileri gelenlerinden alıyorlardı. Nihayet bu, onları fesatçı bir kavim olmaya sürükledi de, Allah tarafından şiddetli bir azap onları yakalayıverdi. Bütün bunlar hikmet dolu Kur'an'da, aşağıdaki ayetler ile açıklanmaktadır:

"Eğer onlar, bu beyandan sonra yine imandan yüz çevirirlerse, de ki: Ad ve Semud'u çarpan yıldırım gibi, size de bir azabın gelip ^atabileceğini hatırlatırım. Onlara, 'Allah'tan başkasına tapmayın' diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit dediler ki: Eğer Rabbimiz dilese idi, elbette üstümüze melekler indirirdi. Onun için biz, sizinle gönderilenlere küfredicileriz" (Fussilet, 3-14)

"Semûd'a kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur" (Hûd, 61).

"Ey Salih dediler! Sen bundan evvel içimizde ümit beslenen bir kimse idin. Şimdi atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan bizi vaz mı geçiriyorsun?" (Hûd, 62).

"O zamanda ki, biraderleri Salih onlara: "Allah'tan korkmaz mısınız? demişti. Şüphesiz ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" (Şuarâ, 142-144)

"Müfritlerin emrine boyun eğmeyin. Ki onlar yeryüzünde fesat çıkarır, ıslah etmez kimselerdir" (Şuarâ, 151-152)

İBRAHİM (a.s.)'IN ve NEMRUT'UN KAVMİ

 Semûd kavmini, İbrâhim(a.s)'in kavmi takip etmektedir. Bu kavmin hükümdarı Nemrûd hakkında, hatalı bir kanaatin yaygın oluşu, bu kavim hakkında yapılacak açıklamalara daha bir önem kazandırmaktadır. Onun Allah'a inanmadığı ve ilâhlık iddiasında bulunduğu söylenir. Hakikatte o Allah'ın varlığına, bu alemin yaratıcısının, çekip çevireninin Allah olduğuna inanıyor, rubûbiyyeti ise üçüncü, dördüncü, beşinci mânâsı ile iddia ediyordu.

Yine insanlar arasında yayılan hatalı bir fikre göre, İbrahim(a.s)'in kavmi Allah'ı tanımıyor, O'nun uluhiyet ve Rûbûbiyetine inanmıyorlardı. Vakıa böyle değildir. Bu kavmin durumu Nuh, Ad ve Semûd kavimlerinin durumundan ayrı değildir. Onlar Allah'a inanıyorlar, O'nun Rab, göklerin ve yerin yaratıcısı, bu alemin işlerinin idare edicisi olduğunu kabul ediyorlar, hatta O'na ibâdetten kaçınmıyorlardı. Onların sapıklık ve azgınlığı ise, gökteki yıldızların ve gezegenlerin, rubûbiyyetin birinci ve ikinci mânâsı ile Allah'a ortak olduğuna itikat etmelerinden ileri gelmekte idi. Bunun için gök cisimlerini ulûhiyette Allah'a ortak tanıyorlardı. Rubûbiyyetin üçüncü, dördüncü ve beşinci mânâsını, hükümdarları ve zorbalarına tahsis ediyorlardı. Bu hususta Kur'an ayetleri, insanı şaşırtacak kadar açıktır: İnsanlar bu hakikati nasıl idrak etmedi ve onu anlamaktan aciz kaldı?

Gelin, şimdi her şeyden önce ergenlik çağına gelen İbrahim (a.s)'ın başından geçen olaya ve Kur'an'ın, İbrahim (a.s)'ın gerçeğe ulaşma yolunda nasıl çalıştığını anlatışına bakalım:

"İşte o, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş: Bu mu benim Rabbim? demiş; o sönüp gidince ise şöyle söylemişti: "Ben böyle sönüp batanları Rab diye sevmem." Sonra ayı (kamer) doğar halde görünce de: "Bu mu benim Rabbim?" demiş, fakat o da batıp gidince: "And olsun demişti, eğer Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı muhakkak sapanlar güruhundan olacaktım. " Sonra, güneşi doğar vaziyette görünce de; "Bu mu imiş benim Rabbim? Bu hepsinden de büyük!" demiş, batınca da; "Ben, sizin Allah'a eş koşa geldiğiniz nesnelerden kesinlikle uzağım. Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben, Müşriklerden değilim" demiştir." (En'am, 76-79)

Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, İbrahim (a.s)'ın içinde büyüyüp geliştiği toplumda göklerin ve yerin yaratıcısı tasavvuru ile, onun gökteki gezegenlerin rubûbiyyetinden apayrı bir rab olduğu düşüncesi mevcuttu. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü bu halk, Nuh (a.s)'a iman eden Müslümanların zürriyetinden idi. İslâm dini Cenab-ı Hak'kın "Onlara öncelerinden ve sonralarından peygamberler geldi" âyetinde buyurduğu gibi, komşu ve akrabaları olan Ad ve Semûd kavmi arasında, biri biri arkasına gönderilen peygamberler vasıtasıyla, devamlı olarak yenilenip ihya ediliyordu. Buna göre Hz. İbrahim (a.s) Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğu düşüncesini, içinde büyüdüğü çevreden almış bulunuyordu. Kafasını meşgul eden konu ise, kavmi arasında yaygın olan güneş, ay ve diğer gezegenlerin, bu alemin nizamında Allah'la beraber ortak kabul edilerek, ibâdette Allah'a eş tutmaları olduğu düşüncesinden başka bir şey değildi.( Burada ifade edilmesi gerekli bir husus var: İbrahim (a.s)'ın vatanı olan Ur şehri harabelerinde yapılan arkeolojik kazılardan ele geçen eserlerden anlaşılıyor ki, buradaki halk, kendi dillerinde "Fenar" ismini verdikleri ay tanrısına tapıyorlardı. Onların komşusu olup başşehirleri Larsa olan halk ise, Şamas adını verdikleri güneş tanrısına tapıyorlardı. Bu memleketlerde hâkim bir ailenin saltanatını kuran hükümdarın ismi Er-nemû idi ki, Arap memleketlerinde bu isim Arapçalaşarak Nemrûd şeklini almış ve bu memleketteki hükümdarların unvanı Nemrûd olarak devam etmiştir.

Böylece İbrahim (a.s), Allah kendisini peygamberliğine seçmeden önceki araştırmasında gayet ciddi hareket etti. Neticede gezegenlerin doğuşu ve batışı, O'nu gökleri ve yeri yaratandan başka Rab olmadığı hakikatine götürdü. Bu bakımdan O'nun ay batarken şöyle dediğini görüyoruz:

"Şayet Allah'ım bana doğru yolu göstermeseydi, hakka ulaşmaktan acze düşerdim ve etrafımdaki milyonlarca insanın devamlı boyun eğip durdukları şu dış görünüşe saplanıp kalmaktan ve onlar gibi aldanışa düşmekten korkardım."

Sonra Allah-u Teala O'nu peygamberlik makamına lâyık görünce, kavmini Allah'ın yoluna çağırmaya başladı. Hemen aşağıda göstereceğimiz âyetlerden, kavmini davet ederken ifade ettiği kelimeleri düşünürsek, az önce belirttiğimiz durum daha iyi anlaşılır:

"Hem Allah'ın haklarında hiç bir delil ve burhan indirmediği şeyleri siz ona eş tanıdığınızdan korkmazken, eş tutuğunuz o nesnelerden nasıl korkarım?" (En'am,81)

"Sizi ve Allah'tan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum" (Meryem, 48).

"Hayır dedi, sizin Rabbiniz hem göklerin hem yerin Rabbidir; bütün bunları O yaratmıştır."

"İbrahim: "Öyle ise Allah'ı bırakıp da size hiç bir şeyle ne fayda ne zarar veremeyecek olan bu putlara hâlâ tapacak mısınız?" dedi." (Enbiyâ, 66)

"O zaman babasına ve kavmine demişti ki: "Siz nelere tapıyorsunuz? Yalancılık etmek için mi Allah'ı bırakıp düzme ilâhlar diliyorsunuz? Alemlerin Rabbine zannınız nedir söyle?" (Saffat, 85-87)

"Biz sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz nesnelerden katiyen uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar bizimle aranızda ebedi düşmanlık ve buğuz belirmiştir" (Mümtehine, 4)

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, İbrahim (a.s), Allah'ı tanımayan, O'nun insanların ve alemlerin Rabbi olduğunu inkâr eden veya zihinleri bu firiklerden tamamen habersiz bir kavme hitap etmiyordu. Tersine ortada rubûbiyyetin birinci ve ikinci mânâsında ve ilâhlıkta Allah'a diğer ilâhları ortak koşan bir kavim vardı. Bunun için Kuran'ı Kerim'de İbrahim (a.s)'ın kavmini Allah'ın varlığına, O'nun alemlerin rabbi olduğuna inandırmak için sarf ettiği tek sözcüğe rastlayamazsınız. Sadece kavmini, her sözünde Allah'ın tek Rab ve ilâh olduğuna inanmaya davet ettiğini görürsünüz.

Nemrut'un durumuna gelince... Bunu anlayabilmek için, Hz. İbrahim'le onun arasında geçen konuşmaya bakalım:

"Allah, kendisine mülk ve saltanat verdiği için şımararak, İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni görmedin mi? Hani İbrahim: '"Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" deyince o: "Ben de diriltir, öldürürüm" demişti. İbrahim, "Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir" deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı.Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez" (Bakara, 258)

İbrahim (a.s) ile Nemrut arasında geçen bu konuşmadan anlaşıldığına göre, aralarındaki anlaşmazlık, Allah-u Teala'nın varlığı veya yokluğu hususunda değil, İbrahim (a.s)'in Allah'ı Rab kabul eden bir kimse olmasından ileri geliyordu. Nemrut ise Allah'ın varlığına inanan kavimdendi. Sonra insanın ahmaklığına delâlet eden: "Ben göklerin ve yerin yaratıcısıyım ve güneşle ayın hareketini idare ederim" sözünü söyleyebilecek bir akılsızlığa veya cinnete de müptela değildi. O’nun dâvası Rab'lik, göklerin ve yerin ilâhı olmak değildi, İbrahim (a.s)'in de fertlerinden biri olduğu memleketin Rabbi olmaktı. Bu memleketin Rabbi oluşunu, rubûbiyyetini birinci ve ikinci mânâsı ile de iddia etmiyordu. Zira bu iki mânâda güneş, ay ve gezegenlerin Rûbûbiyetine inanıyordu. O'nun iddiası üçüncü, dördüncü ve beşinci manâsıyla memleketin rabbi oluşu idi. Diğer bir deyişle O'nun dâvası şu idi: Memleketin mutlak sahibi olması, bütün halkın kul'u olması, otoritesinin bu topluluğun temel ilkesi kabul edilmesi ve emirlerinin halkın yaşayışının tek belirleyicisi olmasıdır. Âyet-i kerimede "Allah kendisine saltanat verdiği için" sözü onun rûbûbiyet dâvasının esasını, hükümdarlıkta büyüklük taslamaktan ileri geldiğini açıkça gösteriyor. Tebaası arasında İbrahim demlen bir adamın çıktığını, tabiat üstü varlıklar olan güneş, ay ve yıldızların rubûbiyyetini kabul etmediği, medeniyet ve siyaset sahasında tahtın sahibi olan kendisinin rabliğine inanmadığı haberi ulaştığında, bu kendisine tuhaf göründü. İbrahim (a.s)'ı çağırtarak sordu: "Rab olarak kabul ettiğin kimdir? İbrahim (a.s) derhal cevap verdi: "Rabbim diriltir ve öldürür, insanları öldürmeye ve diriltmeye gücü yeter". Nemrut işin inceliğini kavrayamayınca kendi rabliğine şu sözü ile delil getirmeğe çalıştı: "Ben de öldürüp diriltmeye muktedirim. Dilediğimi öldürür, dilediğimin de canını bağışlarım."

Burada İbrahim (a.s) ona, kelimenin bütün mânâsı ile, Allah'tan başka bir rabbin olmadığım, nerede O'na ortak olduğunu iddiaya çalışan biri çıkarsa, onun güneşin doğuş ve batışına kudretinin yetmeyeceğini açıkladı. Nemrut zeki bir şahıstı. İbrahim (a.s)'m ileri sürdüğü bu kesin delili duyup, hakikat önüne apaçık serilince, Allah'ın göklerde ve yerdeki hâkimiyeti karşısında kendi rablik dâvasının batıl bir zan ve boş bir iddiadan ibaret olduğunu anladı; sesi soluğu kesildi; dudaklarını bile kıpırdatamadı. Ancak kendini beğenmişlik, nefsin arzularına uyma, yakınlarının menfaatini tercih o dereceye varmıştı ki, hakikati ve doğruyu anladığı halde, despot idaresinden vazgeçip Allah ve Resulü'ne itaat etmeyi nefsine yediremedi. Cenab-ı Hak, elçisi ile Nemrut arasında cereyan eden çekişmenin neticesini "Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez" sözü ile noktalıyor. Bundan kastedilen şudur: Nemrut, hak kendisine tecelli ettikten sonra tabi olması gereken yola uymaya razı olmayıp, zalim, despot idaresinde ısrar ederek halka ve onlarla beraber kendi nefsine zulmetmeyi tercih edince, Allah ona hidâyetinden bir nur vermedi. Zaten nefsinin azgınlığı sebebi ile hidâyeti istemeyen kimseyi doğru yola getirmek ilâhi sünnetlerden değildir.

LUT (a.s.)'IN KAVMİ

Kur'an-ı Kerim'de İbrahim (a.s)'in kavminden sonra, yeğeni Lût (a.s)'un, fesatlarını ıslah ederek hidayete çağırmakla görevlendirdiği kavminin durumu anlatılmaktadır. Kur'an-ı Kerim'e göre bunlar da Allah'ın varlığını inkâr eden, birinci ve ikinci mânâsı ile rab ve halik (yaratıcı) olduğunu kabul etmeyen kimseler değillerdi. Onların yüz çevirip kabul etmeye yanaşmadıkları husus Allah'ın üçüncü, dördüncü ve beşinci mânâsı ile Rab olduğu ve peygamberleri Lût'a Allah'ın elçisi olarak itaat etmek ve tebliğlerini kabul etmek mecburiyetinde bulunuşlarıdır. Düşüncelerinin temeli, mutlak hürriyete sahip olma isteğine dayanıyordu. Nefislerinin bütün arzularına tabi olmak karşılığında en şiddetli azabı tattıkları büyük suçları işlemekten çekinmemek. Aşağıdaki âyetler bu durumu açıklamaktadır:

"Hani kardeşleri Lût onlara: Allah'tan korkmaz mısınız? demişti. "Ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım, âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir. Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz ? Hayır siz, helalden harama tecavüz eden bir kavimsiniz." (Şu-ara 161,166).

Bu sözlerden açıkça anlaşılıyor ki, Lût (a.s) Allah'ın varlığını, O'nun yaratıcı ve Rab olduğunu inkâr etmeyen bir kavme hitap ediyordu. Bu kavim Lût (a.s)'a "Allah nedir; O'nun âlemlerin yaratıcısı oluşu nereden çıktı?" veya "Bizim ve bütün yaratılmışların Rabbi oluşu nereden geliyor?" gibi sözlerle karşı çıkmıyor, ancak şöyle itirazda bulunuyorlardı:

"Ey Lût! Sen bu dâvadan vazgeçmezsen, mutlaka memleketimizden kovulup çıkarılacaklardan olacaksın dediler." (Şuara, 167)

Kur'an-ı Kerim bu olayı bir başka âyetinde şöyle açıklar:

"Lût'u da hatırla. Hani O, kavmine şöyle demişti: Siz öyle bir hayasızlık yapıyorsunuz ki, sizden evvel alemlerden hiç biri bunu yapmamıştır. Siz erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor, toplantılarınızda meşru olmayanı yapmıyor musunuz? Kavminin cevabı: 'Eğer doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını getir bize demelerinden başkası olmadı."(Ankebût, 28,29)

Bu sözler Allah'ın varlığını inkâr eden bir kavmin cevabı olabilir mi? Elbette hayır. Bunlardan da anlaşılıyor ki, onların asıl suçları Allah-u Telalânın ilâhlık ve rabliğini inkâr değil, Allah'ın tabiat alemi üstünde bir ilâh ve rab olduğuna inanmakla beraber, O'na itaat etmemek, ahlâkî, medenî ve toplumsal yaşayışlarında O'nun kanunlarına uymamak ve elçisi Lût (a.s)'un hidâyet çağrısına kulak asmamaktır.

ŞUAYB (a.s.)'IN KAVMİ

 Şimdi de Şuayb (a.s)'ın peygamber olarak gönderildiği Medyen ve Eyke halkına gelelim. Onlar hakkında bildiğimiz İbrahim(a.s)'ın soyundan olduklarıdır. Şu halde onlar hakkında, Allah'ın varlığına, O'nun Rab ve ilâh olduğuna inanıyorlar mı diye araştırmamıza lüzum yoktur. Hakikatte onlar, başlangıçta İslam üzerine yaşamış bir ümmetti. Sonra inançlarına karışan bozukluk ve işlerine karışan kötülük sebebi ile bozulmaya uğradılar. Kur'an-ı Kerimde onlar hakkında gelen haberlerden anlaşıldığına göre bu halkın tümü yaratana inanmıştı. Şuayb (a.s)'ın onlara tekrar tekrar şöyle dediği görülür:

"Ey kavmim, eğer inananlardan iseniz şu şekilde hareket edin".

Şuayb (a.s)'ın onlara hitabından, kendilerinin ona verdikleri cevaplarından Allah'a inanan, O'nu Rab ve Mabûd tanıyan kimseler oldukları anlaşılıyor. Yalnız sapıklığın iki çeşit tehlikesine düşmüşlerdi.

Birincisi: Allah'la beraber, rûbûbiyet ve ulûhiyet konusunda diğer ilâhları da kabul ediyorlar, sırf Allah için yapmıyorlardı.

İkincisi: Allah'ın Rab oluşunu, insan yaşayışının ahlak, cemiyet, iktisat, medeniyet, siyâset yönlerine hiç tesirli olmadığına inanıyorlardı. Bundan dolayı da içinde medenî hayatlarında mutlak bir serbestliğe sahip olduklarını,yaşayışlarında diledikleri gibi hareket edebileceklerini zannediyorlardı.

İşte bunu açıklayan âyetler:

"Medyen'lilere de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. Rabbınızdan size apaçık bir burhan gelmiştir. Artık kileyi, teraziyi tam tutun. İnsanların eşyasına haksızlık etmeyin. Yeryüzünü ıslah edildikten sonra fesada vermeyin. Bana inanıyorsanız bu söylediklerim sizin için hayırlıdır" (Araf, 87)

"Ey kavmim! Ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin, insanların eşyasını eksiltmeyin. Yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık yapmayın. Eğer mümin iseniz Allah'ın helalinden bıraktığı kâr sizin için daha hayırlıdır. Bununla beraber, ben sizin üzerinizde bir bekçi de değilim. Dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın yaptığı şeylerden, yahut mallarımızdan ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor? Muhakkak ki sen yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın". (Hûd, 85-87).

“Atalarımızın taptığı şeyler veya mallarımızdan ne dilersek onu yapmanızdan..” ayetinden uluhiyet ve rububiyet konusundaki gerçek yanılgı ve sapıklıkların ne olduğu anlaşılmaktadır.

FİRAVUN ve AİLESİ

 Şimdi de Nemrud ve kavmi hakkında uydurulandan daha hatalı ve uydurma hikayelere teşkil eden,Firavun ve ailesi hakkındaki kıssalara bakalım: Yaygın görüşe göre Firavun, Allah’ın varlığını inkar etmekle kalmıyor, kendi ilahlığını iddia ediyor. Bunun manası şudur: Firavun’un bozuk inancı o dereceye ulaşmıştı ki insanların tepesine binip açıkça göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu iddia ediyor, kavmi de ahmaklıkta o derece ilerimiş gitmişti ki, O’nun bu iddiasına hemen inanıveriyordu

Kur’an ve tarihin Şehadeti ile hakikat ,Firavun un ilahlık ve rablik mevzuunda sapıklığı, Nemrud’un aynı konudaki sapıklığından, Firavun’un kavminin durumu da Nemrud’un kavminin durumundan farklı olmadığı merkezindedir.Aralarında şu fark var:Firavun un kavmi arasında,bazı siyasi sebeplerle İsraillilere karşı şiddetli bir milliyetçilik taassubu belirmişti.

Sırf bu inat ile Allah’ın Rab ve ilah olduğuna, asrımızdaki maddeci inkarcılardan pek çokları gibi, kalpleri şehadet ettiği halde, açıkça iman etmekten kaçınıyorlardı.

Daha önce Yusuf(a.s) mısır’da hükmü geçen bir insan olunca, Mısırlılar arasında Hak dini yayıp genişletmeğe bütün gücü ile çalıştı.Mısır toprakları üzerinde,asırlarca hiç kimsenin güç yetiremeyeceği çok sağlam eserler bıraktı. Mısırlılar her ne kadar babalarının inançlarına uyarak Allah’ın dinine tabii olmamışlarsa da araların da Allah’ın varlığını, O’nun göklerle yerin yaratıcısı olduğunu bilenler vardı. İş bununla da kalmamıştır. Hakikatte İslâmi öğreti, nüfuz ve tesirini o derece kuvvetlendirmişti ki her Mısırlı en az, Allah'ın tabiat âlemi ötesinde ilâhların ilâhı, rablerin rabbi olduğuna inanmıştı. Küfürde inat edenler ise, ulûhiyet ve rububiyyette, Allah'la beraber ortaklar kabul ediyorlardı. Mısırlılar üzerinde çeşitli tesirleri bulunan İslam inancı, Musa (a.s)'nın peygamber olarak gönderildiği güne kadar devam etti (Tevrat'taki tarihi malûmata güvenecek olursak, o gün Mısırlılardan iman edenlerin, Mısır nüfusunun beşte birini teşkil ettiğini tahmin edebiliriz. İsrailli'lerin sayısı hakkında Tevrat'taki haberler, Musa (a.s) ile Mısır'dan çıkanların iki milyon olduğunu gösterir. Mısır halkının da, o gün on milyondan daha çok olduğu zannedilmektedir. Tevrat, Musa (a.s) ile birlikte Mısır'dan çıkan muhacirlerin, İsrailli olduklarını belirtir. Lâkin zann ve tahminimiz istediği kadar mübalağalı olsun, Yâkub (a.s)'un oniki oğlundan olan zürriyetinin, beş yüz sene içinde iki milyona ulaşması mümkün gözükmemektedir. Bunun için yapılan kıyaslama neticesinde, Mısırlı'lardan azımsanmayacak bir miktarın Müslüman olup, Ben-i İsrail'e katıldıkları ve Mısır'dan hicret ederken, onlara yoldaşlık ettikleri neticesine ulaşırız. Bütün bunlardan da Yûsuf (a.s) ile yardımcılarının, Mısır'da ifa ettikleri İslâm davetinin hududunun genişlediğini takdir edebiliriz.) Bunun delili ise Kıpti prenslerden birinin Firavun'un meclisinde yaptığı konuşmasıdır. Firavun, Musa (as)'nın öldürülmesi ile ilgili iradesini bildirdiği zaman, meclisindeki ileri gelenlerden olup daha önce Müslümanlığa giren bu prens, kalkıp şu konuşmayı yapmıştır:

"Firavun ailesinden olup, imanını gizlemekte olan bir mümin de şöyle dedi: "Siz bir adamı, Rabbım Allah’tır dedi diye öldürür müsünüz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer o, bir yalancı ise yalanı kendine. Eğer doğrucu ise, sizi tehdit ede geldiği azabından bir kısmı olsun gelir sizi çarpar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, iddiasında yalancı olan kimseyi muvaffak etmez. Ey kavmim! Bu gün bu yerde siz galip olduğunuz için mülk sizindir. Fakat Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?"

"Ey kavmim! Hakikat ben, o sürü sürü fırkaların gününe misal vermenizden, Nuh kavminin, Ad'ın Semûd'un ve daha sonrakilerin hali gibi bir maceraya sapıp, felakete uğramanızdan korkuyorum. Yoksa Allah kullarına bir zulüm dileyecek değildir.

["Ey kavmim! Hakikat ben size karşı o bağırışıp çağırışma gününden endişe ediyorum." "O gün, hesap yerini arkanızda bırakarak Cehenneme döneceğiniz gündür. O gün sizin için, Allah'ın azabından hiç bir kurtarıcı yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu bir doğrultacak da yoktur"]* "And olsun Musa'dan evvel Yusuf da, size apaçık burhanlar getirmişti. O vakit de O'nun size getirmiş olduğu şeyler kakında şüphe edip durmuştunuz. Hattâ O vefat edince dediniz ki: Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez [İşte Allah, o haddi aşan şüphecileri böyle şaşırtır. "Onlar kendilerine gelmiş hiç bir delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücâdele edenlerdir. Bu, gerek Allah katında, gerek iman edenler katında büyük buğzu gerektirir. Allah, her büyüklük taslayan zorbanın kalbini işte böyle mühürler." "Ey kavmim! Siz bana uyun, size doğru yolu göstereceğim."

"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fâni bir eğlencedir. Ahiret ise asıl durulacak yurdun ta kendisidir."

"Kim bir kötülük işlerse,ona bunu benzerinden başkası ile karşılık yapılmaz.Kim de erkek olsun kadın olsun, mümin olarak iyi amelde bulunursa işte onlar, içinde hesapsız rızıklara kavuşturulmak üzere cennete girerler."}

"Ey kavmim! Benim karşılaştığım bu hal nedir? Ben sizi kurtuluşa davet ediyorum. Siz beni ateşe çağırıyorsunuz." "Siz beni Allah'a küfredeyim, rûbûbiyetini, hiç bir suretle tanımadığım nesneleri O'na ortak tutayım diye çağıyorsunuz. Ben ise sizi o mutlak Kâdir'e,o çok affediciye davet ediyorum.

["Sizin beni mutlaka tapmaya davet ettiğiniz, dünyada da ahirette de hakka ki, hiç bir davete selahiyeti yoktur.Hakikatte hepimizin dönüp gidişi Allah'adır.Haddi aşanlar ateş yaranının ta kendileridir." "Size söylemekte olduklarımı, yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını en iyi görendir"]* (Müminun. 28-44).

*Parantez [ ] içine aldığımız mealler Arapça tercümede yoktur.Ayetlerin nazmı kesilmesin diye tarafımızdan eklenmiştir.(Çevirenler.)

Bu hitabe başından sonuna kadar Yusuf (as)'un, kendi zamanından Musa zamanına kadar asırlar geçmesine rağmen, Mısırlılar üzerindeki etkisinin devam etmiş olduğuna şahadet eder. Mısırlıların, bu yüce peygamberin kendilerine öğrettikleri sayesinde Allah'ın varlığı ile ilgili hiç bir şey bilmeyecek, rûbûbiyet ve ulûhiyetinin tanımayacak, egemenlik ve otoritesinin bu evrendeki tüm tabiat güçlerine baskın olduğunu, gazabından korkmak ve çekinmek gerektiğini anlamayacak kadar câhil kalmalarına imkan yoktur. Yine bu konuşmanın sonlarından, şu husus açıkça ortaya çıkmaktadır: Firavun toplumu, Allah'ın ulûhiyet ve rûbûbiyet sıfatlarında Allah'a şirk koşuyor ve bunları da ona eş tutuyorlardı.

Firavun üzerine şüpheyi çeken noktaya gelince, bu şüpheyi doğuran sebepler şunlardır.

Hz. Musa'dan, "Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim" sözünü işitince. "Âlemlerin Rabbi nedir?" diye sorması...

Veziri Hâmân'a, "Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa'nın ilâhına yükselip çıkarım" demesi..

Hz. Musa'yı korkutmak için, "Benden başkasını ilâh edinirsen seni hapsederim" diye tehtid etmesi...

Kavmine ve yakınlarına, "Ben sizin en yüce Rabbinizim. Sizin için kendimden başka bir ilâh tanımıyorum" diye ilan etmesi...

Firavun'un söylediği bu sözler, bazı inşalarda onun Allah'ın varlığını inkâr ettiği, zihnini alemlerin Rabbi düşüncesinden tamamen boş, kendini tek ilâh zannettiği fikrini doğurmuştur. İşin doğrusu, O'nun bütün bunların hepsini koyu bir milliyetçilik taassubu ile yapmış olmasıdır.

İslami öğreti, Yusuf (as)'un güçlü ve yüce şahsiyetinin tesiri ile, kendi zamanında Mısır'ın dört bir yanında yayılmıştı. Bu durum, Yusuf (as)'un Mısır hükümeti nezdinde elde ettiği nüfuz ve otoriteye tâbi olarak, İsrail oğulları’nın Mısır'da kuvvetli bir güç kazanmalarını sağlamıştır. İsrâlioğullarının Mısır'daki nüfuzları 300 veya 400 sene kadar sürmüştür. Sonra Mısırlıların kalbinde milliyetçilik ve ırkçılık ateşi tutuşmuş ve İsrail oğullarına karşı bunun gereğini düşmanca tatbik etmişledir. İş adamakıllı kızışınca İsraillilerin gücünü tamamen yok etmişlerdir. İdare milliyetçi Mısır hanedanlarının eline geçmiş ve hükümetleri peş peşe devam etmiştir. Bu yeni hükümdarlar idare mekanizmasını ellerine geçirince İsrâil oğullarının esaret altına alıp güçlerine bir son vermekle kalmamışlar, Mısır'da Yusuf (as)'tan beri sürüp gelen eserleri mahvederek, cahiliyet devrine ait dini yaşayışları da diriltmeye başlamışlardır. Bu devrelerde Musa (as) peygamber olarak gönderilince, üstünlük ve hükümranlıklarının ellerinden çıkarak ikinci bir defa İsrâil oğulları’nın eline geçmesinden korkmuşlardı. Firavun'un Musa (as)'ya cam sıkılarak ve kızarak "Âlemlerin Rabbi nedir; benden başka bir ilâhın olması mümkün müdür?" diye sormakta ısrar ve inat etmesi, âlemlerin Rabb’ının varlığını bilmediğinden değildir. Bu hakikat Kur'an-ı Kerim'de Firavunun yakınlarının konuşmalarından ve Musa (as)'nın hitabelerinden açıkça anlaşılıyor. Mesela Firavun, Musa (as)'nın Allah'ın elçisi olmadığı iddiasını pekiştirmek için şöyle diyor:

"Öyle ya, onun üstüne gökten altın bilezikler atılmalı, yahut beraberinde birbiri ardınca kendisini tasdik edici melekler gelmeli değil miydi?"(Zuhruf, 53)

Bu söz, zihni Allah'ın ve meleklerin varlığı fikrinden tamamen habersiz bir kimsenin sözü olabilir mi? Kur'an-ı Kerim Hz. Musa ile Firavun arasında geçen aşağıdaki konuşmayı da naklediyor:

"...Firavun O'na: "Musa! Ben seni gerçekten büyüklenmiş sanıyorum" demişti. O da: "Andolsun dedi, bunları birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabb’ından başkasının indirmediğini bilmişsinizdir. Firavun! Ben de seni her halde helak edilmiş sanıyorum demişti." (İsra, 101-102)

Başka bir yerde Allah-u Teâlâ Firavun kavminin kalplerinde taşıdıkları şeyi açıklıyor:

"Âyetlerimiz apaçık delil olarak onlara geldiği zaman: "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. Vicdanları da bu âyetlere tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları inkâr ettiler" (Nemi, 13-14). Kur'an-ı Kerim, şu âyette de bize Musa (as) ile Firavun ailesinin bir toplantısını tasvir ediyor:

"Musa onlara dedi: "Yazıklar olsun size. Allah'a karşı yalan düzmeyin. Sonra azap ile sizin kökünüzü kurutur. Allah'a karşı yalan uyduran, muhakkak hüsrana uğramıştır." Derken sihirbazlar aralarında işlerini çekişe çekişe görüştüler; gizlice müşavere ettiler. Dediler ki: "Bunlar her halde iki sihirbazdır ki, sizi büyüleri ile yerinizden çıkarmak, en şerefli ve üstün olan dininizi gidermek istiyorlar." (Taha, 61-63)

Açıkçası Mısırlılarla peygamberleri Hz. Musa arasında, Hz. Musa'nın, onları Allah'ın azabı ile korkuttuğu, iftiralarının kötü sonuçlarını hatırlattığı zaman tepkileri anlaşmazlık ve reddediş şeklinde ortaya çıkmadı. Çünkü hiç şüphesiz yüce Allah'ın azamet, büyüklük ve heybetinin gönüllerindeki izi henüz tamamen silinmemişti. Ancak milliyetçi önderlerini büyük siyâsi devrimin tehlikeleri ile korkuttukları zaman -ki bu tehlike İsrailli'lerin Mısırlılara tekrar galip gelmeleri endişesi idi- onların da kalpleri katılaştı ve Peygamberlerine karşı direnmek üzere ittifak ettiler.

Bu hakikat bizce açıkça anlaşıldıktan sonra, şunları araştırmamız kolaylaşır: Firavunla Musa (a.s) arasındaki anlaşmazlık konusu ne idi? Kendinin ve kavminin gerçek sapma noktaları nedir? Rab kelimesinin hangi mânâları ile kendisi için rablık ve ilâhlık iddiasında bulunuyordu? Şimdi bu konuyla ilgili olarak, aşağıdaki âyetleri sıra ile inceleyelim:

1) Firavun ailesinden olup, Musa (a.s)'nın dâvetine karşı O'nu kışkırtan ve Musa'nın Mısır'dan çıkarılmasını isteyenler, bazı münasebetlerle Firavun'a soruyorlardı:

"Musa'yı ve kavmini, fesatçılık etmeleri, seni de ilâhlarını da terk etmesi için mi bu toprakta bırakacaksın?" (Araf, 127).

Musa (a.s)'ya iman eden kişi, onlara bundan farklı bir şekilde karşılık veriyor:

"Siz beni Allah'a küfredeyim, rubûbiyyetini hiçbir suretle tanımadığım nesneleri O'na ortak tutayım diye çağırıyorsunuz" (Mümin, 42).

Bu iki ayete baktığımız ve Firavun dönemi toplumuna ilişkin bilgileri ve geçmiş kavimlerin eserleri üzerine yapılmış tarih incelemelerini de göz önüne aldığımız zaman, Firavun ve ailesinin, rab kelimesinin birinci ve ikinci manâsıyla Allah-u Teâlâ'ya ortak koştuklarını, putlardan bazılarını Allah'la beraber ortaklar kabul ederek onlara taptıklarını açıkça anlarız. Demek ki Firavun, kendisi için tabiat âlemi üstünde bir rablık iddiasında bulunsaydı, yâni göklerde ve yerde kendinden başka rab olmadığını düşünerek, bu alemlerde var olan düzene ilişkin sözü geçen üstün bir varlık olduğunu iddia etseydi, (onun döneminde) kesinlikle diğer ilâhlara tapılmazdı(Bazı müfessirler bu ayetteki Âlihe kelimesinin kıraatinde, ibadet mânâsına olarak İlahe şeklini tercih ettiler. Buna da, Firavun'un davasının göklerin ve yerin rabbı olmak iddiasında bulunduğu kanaati ile vardılar. Onların kıraatine göre âyetin mânâsı: "Musa ve kavmini, Seni ve Senin ibadetini terk etmeye bırakır mısın?" olur. Yalnız burada düşünülmesi gereken noktalar var:

a)Bu kıraat şazdır ve bilinen okunuş şekline muhaliftir.

b)Müfessirlerin tercih ettikleri bu şaz kıraat, bir esasa dayanmamaktadır.

c)Âlihe kelimesinin ibadet mânâsına ilâve olarak mabude veya dişi put mânâları da vardır.

Bilindiği gibi Mısırlı'ların en büyük ilâhları, Mısır lisanına göre, Râ denilen güneştir. Firavun'un mânâsı ise "Râ'nın halefi" veya "Râ'nın görüntüsü" demektir. Buna göre Firavun'un bütün iddiası, büyük güneş ilâhının maddî görüntüsü olmaktan öteye geçmez.)

Arapça’ya çevirenin notu:

Hemzenin kesri ile  kıraati hakkında Taberî Tefsirinde (l, 41-42; IX, 17) onun İbnu Abbas ve Mücâhid'ten rivayet edildiğini söyler ve zayıf gördüğünü şöyle belirtir: "Kendinden başka şekilde okunduğu görülmeyen kıraat, Kur'an okuyuş otoritelerinin üzerinde ittifak ettikleri  kıraattir. Çünkü kurranın onun üzerinde icma ettiklerine dair hüccet vardır." Taberi bu kıraatin tefsirini bizzat İbnu Abbas'tan muhtelif vecihlerle şöyle rivayet ediyor (IX, 18)    İbn-i Abbas Tefsirinde dedi ki: "Seni ve senin ibadeti'ni" ve yine dedi ki: "Firavun'a ibadet edilirdi; kendisi ibadet etmezdi" Yine ondan, "Senin ibadetini terk eder" şeklinde başka bir rivayet vardır. Bu vechin, Musa (a.s)'nın Firavun'a ibadeti terk etmesi, ona itaat etmemesi ve emrine boyun eğmemesi mânâsına yorumlanması mümkündür.

Üstad Mevdûdî'nin, bu kıraatin ilâhın müennesi olan Âlihe (tanrıçalar) mânâsında olmasına hamledilebileceği görüşü, Taberi'nin -her ne kadar zayıf görse- de rivayet ettiği bir husustur. Şöyle demektedir: "Bazıları zannediyorlar ki, İlahe olarak okuyan kimseler, Âlihe kıraatinin mânâsına yaklaşan bir mânâ kastederler. Yalnız bununla, tek ve dişi bir ilâh kasteder."

Taberi'nin zayıf görmesine rağmen, bunu takviye eden bir vecih Üstad Mevdûdî'nin de dediği gibi, eski Mısırlılar güneşe tapıyorlardı. İlahe kelimesi, Arapça'da güneş mânâsına da gelmektedir. Buna Utaybe b. el-Haris'l-Yerbûî'nin kızına ait şu şiiri, delil olarak getirmektedir:

"Bir ikindi vaktinde, güneşin batmasından önce, biz işret meclisinde idik. Burada ilahe kelimesinden kasd edilen mânâ güneştir.

Lügat kitapları da ilahe kelimesinin mânâları arasında, put, ay ve güneşi de zikrederler. Bk. Kâmus'ul Muhit ve Lisânu'l-Arab  maddesi, el-Muhassas, IX, 19.Taberi, Mecmeu'l-Beyan da (IV, 46) İbnu'l-Cinni'den şunu rivayet ediyor: "Güneşe ilahe denirdi. Zira ona tapıyorlardı."İşte bu, Üstad Mevdûdî'nin görüşünü destekleyen ve tezine güç katan bir sözdür.)

2) Firavun'un Kuran’da varid olan şu sözlerine gelince; "Firavun: Ey ileri gelenler! Ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" dedi. (Kasas, 38).

Firavun: "And olsun dedi, eğer benden başka bir ilâh edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim." (Şuara, 29)

Firavun'un bu sözlerle kastı, kendinden gayri bütün ilâhları inkar etmek değil, gerçek maksadı Musâ(a.s)'nın dâvasını red ve iptal etmektir. Mûsâ(a.s), Rubûbiyyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp, emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyâsî mânâları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha davet edince, Firavun kavmine: "Ey kavmim! Sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum" dedi ve Hz. Musa'yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti.

Bu ayetlerden anlaşılan -tarihin ve geçmiş kavimlerden kalan eserlerin şahadeti ile teyit edildiği gibi -Mısır Firavunları, kendileri için sadece mutlak hakimiyet iddiasında bulunmuyorlardı. Güçlerinin idare ettikleri tabakaya tesir etmesi ve üstünlüklerinin onların ruhunda hüküm sürmesini ısrarla istedikleri için, ilâhlara ve putlara intisap etmekle bir nevi mukaddeslik ve noksanlıklardan uzaklık iddiasında bulunuyorlardı. Bu iddialarında Firavunlar yalnız değillerdi. Yeryüzünün her yerinde krallık aileleri, siyasi hakimiyetten elde ettikleri üstünlüğe ilâveten az veya çok, ortaklık fikrine saplanmışlardır. Bunu için devamlı şekilde idare ettikleri toplulukların, kendi huzurlarında kulluğun gereklerinden bir şeyi yapmalarını şart koşuyorlardı. Bununla birlikte bu dâvâları, semavi ulûhiyet dâvası değildir. Bununla siyasi hakimiyetlerini kökleştirmek istiyorlardı. Bunun için Mısır'da ve diğer cahiliyet devrini yaşamış ülkelerde idare eden zümrenin ulûhiyeti, idare makamına bağlı olarak bir elden diğerine değişir durur.

3) Firavun'un asıl dâvası, tabiatın bağlı olduğu nizamda istediğini yapabilen, üstün bir ilâhlık dâvası değildi. Aksine siyâsî ilâhlık dâvası idi. O kendisini,rab kelimesinin üçüncü, dördüncü ve beşinci mânâsı ile Mısır ülkesinde yaşayanların üstün rabbi zannediyordu. Diyor ki: "Ben Mısır ülkesinin, ondaki zenginlik ve servetin mâlikiyim. Ben orada mutlak hakimiyete layığım. Benim merkezi şahsiyetim, Mısır medeniyet ve toplumunun temelidir. Şu halde bu topraklarda benim kanun ve şeriatımdan başkası işlemez."

Firavun'un davasının Kur'an diliyle temeli şudur:

"Firavun kavmi içinde haykırdı:"Ey kavmim!dedi:Mısır mülkü (egemenlik, mülkiyet ve tasarrufu) ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız?" (Zuhruf, 51).

İşte bu Nemrûd'un rablik davasının dayandığı temelin aynısıdır:

"Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için şımararak, İbrahim ile Rabbi hakkında çekişti." (Bakara, 258)

Yine bu, Yusuf (a.s)'un çağdaşı olan Firavun'un halkına karşı rabliğinin da esasıdır.

4) Musa (a.s)'nın kendisi ile Firavun ve ailesi arasında bulunan anlaşmazlığın sebebine gelince: Rab kelimesinin bütün mânâsı ile, alemlerin rabbi olan Allah'tan başkası rab ve ilâh değildir. O, tabiat alemlerinin de ötesinde tek olan rab ve ilâhtır. Nitekim O siyâsî ve içtimâi manâsıyla da rab ve ilâhtır. Bunun için de, ibâdetin yalnızca ona tahsis edilmesi, hayatın muhtelif yönlerinde, O'nun kanunlarından başkasına tabi olunmaması gerekir. Allah-u Teâlâ, Hz. Musa vasıtasıyla kullarına olan emir ve yasaklarını vahiy yoluyla bildirecektir. Bu sebeple kullarının işlerinin takdiri Firavun'un değil, O'nun kudret elindedir.

Bu durumda Firavun ve hükümetinin ileri gelenleri tekrar tekrar Musa ve Harun'un Mısır'ı ele geçireceklerini iddia ediyorlardı. Diyorlardı ki: "Musa ve Harun bizim dînî ve medenî nizâmımızı, istedikleri nizâm ve kaidelerle değiştirmek için elimizden almak istiyorlar."

"And olsun ki, biz Musa'yı da, Firavun'a ve O'nun ileri gelenlerine mucizelerimizle ve apaçık bir hüccetle gönderdik. Yine onlar, Firavun'un emrine tâbi oldular. Halbuki Firavun'un emri hiç de yetkili ve dürüst değildi" (Hûd, 96,97)

"And olsun biz, bunlardan evvel Firavun kavmini de imtihan ettik. Onlara da çok şerefli bir peygamber gelmişti: Bana Allah'ın kullarını teslim edin. Çünkü ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'a karşı yücelik taslamayın. Zira ben size apaçık bir burhan getiriyorum diye" (Duhan, 17-19). "Hakikat, biz Firavun'a bir peygamber yolladığımız gibi, size de kıyamet günü üzerinize şahit olarak bir peygamber gönderdik. Firavun o peygambere isyan etti; Biz de onu ağır ve çetin bir tutuşla yakalayıverdik" (Müzzemmil, 15-16).

"Firavun dedi ki: O halde Musa! Sizin Rabbiniz kim? O da, Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da yolunu gösterendir dedi" (Tâhâ, 49-50).

"Firavun dedi ki: Alemlerin Rabbi dediğin nedir1? Musa: Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer hakikati bilmeyen ehil kimseler iseniz, O'nun birliğine inanın" dedi. Firavun etrafında bulunanlara: işitmiyor musunuz? dedi. Musa: O sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi. Firavun: Her halde dedi, size gönderilen bu peygamberiniz mutlak delidir. Musa dedi ki: O doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir; eğer aklınızı kullanırsanız. Firavun: And olsun dedi; eğer benden başka bir ilâh edinirsen muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" (Şuarâ, 23-29)

"Firavun: Bırakın beni dedi; Musa'yı öldüreyim. Varsın Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum." (Mümin, 26).

"Dedi ki: Ey Musa! Sen bizi sihrinle toprağımızdan çıkarmak için mi bize geldin?"(Tâhâ, 57)

"Dediler ki: Bunlar her halde iki sihirbazdır ki, sizi büyüleri ile yerinizden çıkarmak en şerefli ve en üstün olan dininizi gidermek istiyorlar" (Tâhâ, 63).

Şu âyetlerden yaptığımız sıraya göre, dikkatle bakıldığında açıkça görülür ki, en eski devirlerden itibaren muhtelif toplumlarda devam ede gelen sapmalar aynıdır.

Aynı zulmetler Nil vadisini de kaplamıştır.

İlk insandan itibaren bütün peygamberlerin yerine getirdikleri hak davet de, bizzat Musa ve Harun'un davetinin aynısıdır.

YAHUDİLER ve HIRİSTİYANLAR

 Firavun'un ailesinden sonra, şimdi de İsrail oğulları ile Yahudilik ve Hıristiyanlığı din edinen diğer kavimleri görelim. Bunlar hakkında, âlemlerin Rabbinin varlığını inkâr ettikleri veya O'nun ulûhiyet ve Rûbûbiyetine inanmadıkları zannım beslemeye imkân yoktur. Zira bizzat Kur'an-ı Kerim, onların Ehl-i Kitap olduklarına şahâdet etmektedir. Onlar hakkında araştırmacının zihninde doğan soru ise şudur: "Kur'an-ı Kerim'in onları ehl-i dalalet sayılmasına sebep olan rûbûbiyet hakkındaki düşünce ve inançlarındaki hatanın sının nereye kadardır?

Bu sorunun özlü cevabını, Kur'an-ı Kerim'de buluruz:

"De ki: Ey Ehl-i Kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem bir çoğunu saptırmış ve hâlâ da dümdüz yoldan ayrılıp sapa gelmiş bir kavmin heva ve hevesine uymayın." (Mâide, 77).

Bu âyetler, hem Yahudi ve Hıristiyanların sapıklığının temelini, hem de geçmiş kavimlerin saplandığı sapıklıklarının dindeki aşırılıklarından ileri geldiğini gösterir:

"Yahudiler: Uzeyr Allah'ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da: Mesih İsa, Allah'ın oğludur dediler. (Tevbe, 30).

"Meryem oğlu Mesih İsa, hakikat Allah'ın kendisidir" diyenler, and olsun kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demişti: Ey İsrail oğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" (Maide, 72).

"Allah hakikaten üçün üçüncüsüdür diyenler and olsun ki, kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek tanrıdan başka hiç bir tanrı yoktur" (Maide, 73).

"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edininiz diyen sen misin? dediği zaman O; "Seni tenzih ederim Ya Rab! Hakkım olmayan bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz dedi" (Maide, 116).

"Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki Allah, kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra O, insanlara: "Allah'ı bırakıp da gelin bana kul olun" desin. Fakat o: Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun der. Sizin melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez O. Ya size, siz Müslümanlar olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?" (Âli İmran, 79,80).

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Ehl-i Kitabın sapkınlığı şu iki sebepten ileri geliyordu:

Birincisi: Onlar dindeki yüce mevkileri sebebiyle her türlü saygıya layık olan peygamberler, veliler ve melekler gibi mukaddes varlıklara hürmette mübalağa ettiler, onları hakiki makamlarından çok üstte ilâhlık mertebesine yücelttiler. Allah'la beraber ortaklar kabul ettikleri gibi, bu alemdeki nizamda etkilerinin varlığına inandılar. Sonra onlara ibâdet ettiler, onlardan yardım dilendiler. Onların tabiat üstü alemde hükmü geçen rabler ve ilâhlar olduklarına kanaat getirdiler. Yine onların, günahlarını affederek yardım etmeye, korumaya güçlerinin yettiğini zannettiler:

İkincisi: "Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini rabler edindiler" (Tevbe, 31).

Yâni dindeki görevleri, insanlara ilâhi kanunun hükümlerini öğretmek ve Allah'ın rızası gereğince onları dünyevi fenalıklarından arıtıp temizlemeye sevk etmekten ibaret olan kimseleri, yavaş yavaş esas mevkilerinden yükseğe çıkartıp, dilediklerini kendilerine helal kılan, dilediklerini de haram kılan, Allah'ın Kitabı'ndan hiç bir esasa dayanmadan arzularının istediği şekilde emir ve yasaklar koyan, nefislerinin arzuladığı şeyleri uyulması lazım gelen bir yol haline getiren üstün varlıklar makamına oturttular. Böylece bunlar kendilerinden önce Nuh, İbrahim, Ad, Semûd, Medyen vs. kavimlerinin düştükleri tehlikeli iki esas sapıklığa saplandılar. Melekleri ve Allah'a yakın kullan, geçmiş sapık toplumlar gibi, tabiat üstü varlıklar kabul ederek Allah'a ortak koştular. Yine geçmiş sapık toplumların yaptığı gibi, siyâsî ve medenî mânâları ile rubûbiyeti, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'a karşılık insan oğluna tahsis ettiler. Medenî, içtimaî, ahlâkî, siyâsî hükümlerin esaslarının hepsini Allah'tan gönderilen delillerden yüz çevirerek, insanlardan almaya koyuldular. Aşırılıkta ve sapıklıkta o dereceye düştüler ki, Kur'an haklarında şu hükmü verdi:

"Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere? Kendileri Cibt ve Tağuta tapıyorlar? (Nisa, 51)

"De ki: Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle Tağuta tapanlardır ki işte bunların mevkii daha kötü, dümdüz yoldan en büyük sapıştır." (Mâide, 60)

Bu iki ayette, Cibt ve Tâğut kelimeleri geçmektedir. Bunlardan: Cibt kelimesi, haç, sihir, muskacılık, gözbağcılık, kahinlik, gaybten haber verme, uğursuzluk, falcılık, tabiat kanunlarının dışındaki tesirlerden gelen bütün vehimleri ve hurafeleri içine alan bir kelimedir.

Tâğut ise, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rûbûbiyet iddiasına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir.

Yahudi ve Hıristiyanlar sözü geçen iki tür sapıklığa duçar oldular: Birinci tür sapıklığın sonucu, her tür yanlış düşüncenin akıl ve gönüllerine yerleşmesi oldu. İkincisinin sonucunda ise, bilginler, üstatlar, süfiler ve rahiplere, ibâdet aşamasından sonra, zamanla Allah'a açıkça isyan eden despot ve zalimlere ibâdet ve itaate yöneldiler.

ARAP MÜŞRİKLERİ

 Şimdi de peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a)'in kendilerine gönderildiği, Kuran’ın ilk hitap ettiği kimseler olan Arap müşriklerden bahsedelim:

Onların ulûhiyet ve rûbûbiyet konusunda sapıklıkları hangi çeşittendi? Alemlerin Rabbi olan Allah'ı bilmiyorlar mıydı? Veya O'nun varlığını inkâr ediyorlardı da, Rasulullah onların kalplerine Yüce Allah'ın varlığını yerleştirmek için mi gönderilmişti? Allah'ın alemlerin Rabbi ve ilâhı olduğuna inanmıyorlardı da, Kur'an-ı Kerim onları ikna için mi indirilmişti? Allah'a ibâdeti ve O'na boyun eğmeyi kabul mu etmiyorlardı? O'nun, duaları işiten, ihtiyaçları gideren olduğuna inanmıyorlar mıydı? Lat, Menat, Uzza, Hübel ve diğer ilâhların hakikatte şu kainatın yaratıcısı, mâliki, rızık vericisi, idare ve sürekliliğini elinde tutan varlıklar olduklarına mı inanmıyorlardı? Yoksa bu ilâhların medeniyet ve ahlâk hususunda kanun koyucu, hidâyet ve irşat kaynağı olduklarına mı kanaat getiriyorlardı?

Bütün bu sorular hususunda Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimiz zaman bize olumsuz cevap verir ve açıklar ki, arap müşrikleri sadece Allah'ın varlığını kabul etmekle kalmayıp O'nun, kendi ilâhları da dahil olmak üzere, bütün alemin yaratıcısı, mâliki ve en üstün Rabbi olduğuna inanıyorlardı. Ulûhiyet ve rûbûbiyet huşunda da, O'na boyun eğiyorlardı. Allah-u Teâlâ, dua ettikleri, kendilerine bir zarar dokunduğu veya bir bela isabet ettiğinde sığındıkları en yüce, en üstün makamdı. Sonra Allah'a ibâdet etmek ve boyun eğmekten de çekinmiyorlar di. İlâhları ve putları hakkındaki inançları ise, onların gerek kendilerini, gerek bu kainatı yaratan, hepsini rızıklandıran, ahlakî ve medenî yaşayışlarında doğru yola ulaştıran ve irşat eden varlıklar oldukları merkezinde de değildi. Aşağıdaki âyetler, onların bu husustaki görüşlerini pek açık aksettirmektedir:

"Onlara de ki: Kimindir o yer ve ondakiler, biliyor musunuz? Allah'ındır diyecekler. O halde iyice düşünüp de ibret almaz mısınız siz? de. Yine de ki: Kim o yedi göğün rabbi ve o büyük Arşın sahibi? Allah'tan başkasına tapmaktan sakınmaz mısınız? De ki: Her şeyin mülkü elinde bulunan kimdir ki; daima O himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor? Söyleyin, biliyorsanız? Allah'ındır diyecekler. De ki: O halde nasıl olup da böyle büyükleniyorsunuz? Hayır biz onlara hakikati getirdik. Onlarsa muhakkak yalancıdırlar" (Müminun- 84-90).

"O, sizi karada ve denizde gezdirendir. Hatta, gemilerle denize açıldığınızda, gemilerin elverişli bir rüzgârın önünde yolcuları alıp götürdüğünde, yolcular da bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları sırada O'na dua ederler."

"And olsun derler, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz şüphesiz şükredenlerden olacağız" Fakat Allah, onları selâmete erdirince bakarsın ki yer yüzünde yine haksız yere taşkınlıklarda bulunuyorlar" (Yunus, 22,23).

"Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman, Allah'tan başka bütün taptıklarınız kaybolur. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür" (İsrâ, 67)

Kur'an-ı Kerim onların ilâhları hakkındaki inançlarını kendi ağızlarından şöyle nakleder:

"Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz (Zümer, 3)

"Bu putlar Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir! derler." (Yûnus, 18).

Sonra onlar, ilâhların hayatî işlerinde kendilerine yol gösterdiğini de zannetmiyorlardı. Allah-u Teâlâ Rasûlüne, Yûnus Suresinin 35. ayetinde: "Sizin ortaklarınızın içinde, hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" sualini sormasını emretti. O, imkân bulduğu her fırsatta bu soruyu sordu. Onlardan hiç biri buna müspet cevap veremedi. Hiçbiri cesaretle çıkıp da, "Lât, Menat, Uzza ve diğer ilâhlar, bizi akide ve amel yönünden en doğru yola iletirler. Dünya hayatımızda bize adalet, emniyet, selâmet esaslarını öğretirler. Biz onların ilim kaynağından kainatın hakikatlerini öğreniriz" diyemedi." Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. Peygambere der ki:

"Hakkı gösterecek ve ona iletecek Allah'tır. O halde Hakka hidâyet edecek Allah mı, kendisine doğru yolu bulamayan o uydurma tanrılar mı? Ne oluyor size? Nasıl böyle yanlış hükmediyorsunuz?" (Yûnus, 35)

Bu, Kur'an hükümlerinden sonra geriye şu sorunun cevabını aramamız kalıyor: Onların rûbûbiyet konusunda sapkınlıkları ne idi ki, Allah-u Teâlâ peygamberini bu düşünceyi doğrulamakla vazifelendirdi ve onları bu fikrin karanlığından hidayetin nuruna çıkarmak için Kitabını indirdi? Bu meseleyi araştırmak için Kur1 an'a müracaat ettiğimiz zaman, inanç ve ameller hakkındaki, eskiden beri hak yoldan ayrılmış toplumların, devam ede geldikleri yanlışlığın iki çeşidi üzerinde durmak mecburiyetinde kalırız.

Bir taraftan tabiat âlemi üstündeki rûbûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah'a, başka ilâh ve rableri ortak koşup dururken meleklerin, mukaddes insanların, gökteki yıldızların, bağlı oldukları düzen üstünde, hükmedici selahiyetlerden bir çeşit selahiyete sahip olduklarına inanıyorlardı. Bunun için duada, yardım talebinde, ibâdetlerin yerine getirilmesinde sadece Allah'a yönelmiyorlar, elleri ile yapıp süsledikleri uydurma ilâhlarına da müracaat ediyorlardı. Diğer taraftan da medenî ve siyâsî rûbûbiyet konusunda Allah-u Teâlâ'nın rab olduğunu düşünmeyecek durumdaydılar. Din adamlarını, reislerini, kabile şeflerini bu mânâlarda rabler ediniyorlar, hayat kanunlarım onlardan alıyorlardı.

Birinci çeşit sapkınlıklarına Kur'an-ı Kerim, aşağıdaki âyetlerle şahâdet etmektedir:

"İnsanların kimi de, Allah'a dinin yalnız bir tarafından ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, ona yapışır. Eğer bir fitne isabet ederse, yüzü üstü döner. Dünyada da, ahirette de hüsrana uğramıştır o. Bu ise apaçık ziyanın ta kendisidir. O, Allah'ı bırakır da kendisine ne zarar, ne fayda vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise haktan en uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana tapar; taptığı şey ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır." (Hacc, 11-13).

"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar. Bir de, bu putlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: Ey Kavmim! Siz Allah'a gökte ve yerde bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?^) Haşa, O, eş tutmakta oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir" (Yûnus, 18) (Yani, Ey kavmim! Siz, ilâhlarınızın benim nezdimde tesir ve nüfuzu olduğunu, onların her şefaatinin benim nezdimde kabul edildiğini vehmediyor, bunun için onlara tapıyor, adaklar adıyorsunuz. Lâkin göklerde ve yerde benim huzurumda güç ve çareye sahip olan veya şefaatini kabul etmeye beni zorlaya-bilen bir kimse tanımıyorum.Siz benim tanımadığım şefaatçilerden beni ayıramıyor musunuz?En açık bir gerçektir ki, bir şeyin Allah'ın ilminde olmaması demek, onun varlık aleminde hiç bulunmamış olması demektir.)

"De ki: Gerçekten siz mi o arzı iki günde yaratanı inkâr ediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir" (Fussilet, 9).

"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar, ne bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki her şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide, 76).

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman Rabbine, bütün varlığı ile dönerek, yalvarır. Sonra O'na kendi tarafından bir nimet verildiği vakit ise, evvelce O'na yalvardığını unutur, Allah'a O'nun yolundan saptırmak için eşler katmaya başlar."(Zümer, .(Allah'a denk tuttu; yani, "şu sıkıntıyı benden şu mukaddes şeyh giderdi;şu nimeti ise şu velî sayesinde elde ettim" demeye başladı)

"Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra size herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na yalvarır ve feryat edersiniz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit ise, içinizden bir takımları bakarsınız ki Rablarına eş tutuyorlar. Bunu kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmeleri için yaparlar. Öyle ise eğlenedurun. Yakında bileceksiniz. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden onlar, o bilmezler, o putlar için hisse ayırırlar Allah'a and olsun ki, düzmekte olduğunuz bu iftiralardan elbette mes'ul olacaksınız" (Nahl, 53-56).(Yâni, kendilerine herhangi bir ilim ulaşmadığı halde, kötülükleri defedip işleri kolaylaştırdıkları ispatlanmayan bu putlara ikramda bulunuyor, şükrân-ı nimet olsun diye kendilerine adaklar adıyor ve ne tuhaftır,bu harcamalarını bizim verdiğimiz rızıktan yapıyorlar.)

Diğer sapkınlıkların delilleri:

"Bunun gibi, onların ortakları olan o putların hizmetçileri, müşriklerden bir çoğuna hem onları helake düşürmek, hem kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için öz evlatlarını kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermiştir" (En'am, 137).

Bu âyetteki ortaklardan kasıt ilâhlar ve putlar değil, bilakis evlatlarını öldürmeyi Araplara süsleyip gözlerinde haysiyetli bir şeymiş gibi gösteren, bu adî bid'atı İbrahim ve İsmail'in dinine sokmaktan da çekinmeyen başkan ve önderleridir. Şurası açıktır ki Araplar, evren üzerinde egemenliklerine inandıkları veya kendilerine kulluk edip dua ettiklerinden dolayı önderlerini Allah'a ortak koşmuş değillerdi. Aksine onların, dinî, ahlakî, içtimaî ve medenî yaşayışları için gerekli kanun ve nizamları, diledikleri şekilde yapmak suretiyle kendilerine teslim ettikleri için rûbûbiyet ve ulûhiyette Allah'a ortak koştular.

"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden çıkartıp; kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? (Şuara, 212)

Bu kitapta "Din" kelimesinin mânâlarının tafsilatı yakında Din başlığı altında gelecek. Orada bu âyetin mânâlarını ve kapsamını açıklayacağız. Burada ise anlaşılan şudur: Önderlerin, Allah'ın izin vermediği bir "din" adına olmak üzere ceza ve kanunlar koymaları, Arapların da uyulması gerekir diye bu kanunlara inanmaları, söz konusu önderlerin ulûhiyet ve rûbûbiyette Allah'a ortaklığından ve halkın da bu ortaklığa inanmasından başka bir şey değildir.

KURAN'I KERİM'İN DAVETİ

Aşağıdaki gerçeği gün ışığına çıkarmak için, eski kavimlerin inanç ve düşünce tarzlarım, yukarıdaki sahifelerde yeterince ele almıştık. Kur'an-ı Kerim'in, en eski devirlerden kendi zamanına gelinceye kadar zulüm, sapıklık ve akide bozukluğu ile ayıpladığı bütün milletler, Allah'ın varlığını veya Allah'ın mutlak mânâda ilâh ve rab olduğunu kabul etmez değillerdi. Hepsinin müşterek yanlışlıkları, rab kelimesinin, Kur*an ve lügatten deliller getirerek bu bahsin ilk satırlarında sınırladığımız beş mânâsını, birbiriden zıt iki kısma ayırmalarından ileri gelmektedir.

Tabiat-üstü bir düzenle insanların terbiyesini, ihtiyaçlarım gidermeyi, onları koruyup gözetmeyi üstlenen anlamındaki "rab" kelimesinin kendilerince daha değişik bir anlamı bulunuyordu. Onlar, her ne kadar bütün gerekliliğiyle Allah-u Teâlâ'nın en üstün Rableri olduğuna inanıyorlarsa da, rûbûbiyette O'na melekleri, cinleri, gizli kuvvetleri, yıldızları, gezegenleri, peygamberleri, velileri ve ruhanî önderleri ortak koşmaktan çekinmiyorlardı.

Emredip yasaklayan, yüce egemenlik sahibi, doğruluk ve hidayetin, kanun ve yasamanın kaynağı, devlet ve ülke hâkimi, toplumun ve medenî hayatın merkezi anlamında "rab" kelimesine gelince: Bu anlamdaki "rabbi da değişik anlamlarda kullanıyorlardı.

Bu mefhum gereğince, ya insanın doğrudan doğruya Allah'tan gayri Rab olduğuna inanıyorlar veya Allah'ın Rab olduğuna nazarî bir şekilde inanmış olmakla beraber, siyâsî ve medenî ahlak işlerinde bu varlıkların rûbûbiyetine teslimiyet gösteriyorlardı. İşte tarihin, ilk anından beri, peygamberlerin yıkmak için devamlı olarak gönderildikleri asıl yanlışlık budur. Bunun için de, son olarak Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed (sa)'i gönderdi. Peygamberlerin hepsinin daveti şudur: Kelimenin bütün mânâsı ile Rab birdir. Bunun başka alternatifi yoktur. O da, isimleri mukaddes olan Allah-u Teâlâ'dır. Rûbûbiyet ise parçalanmayı kabul etmez. O'nun parçalarından birisi, hangi yoldan olursa olsun Allah'tan başkasına ait olamaz. Bu kâinatın nizâmı, -aslı ve merkezi ile- en sağlam bağlarla biri birine bağlıdır; onu tek olan Allah yaratmıştır. O'na, her türlü müracaatların tek kaynağı olan Allah hükmeder; ondaki bütün selahiyet ve hükümranlığa ortaksız ve benzersiz olan Allah maliktir. Bu nizamın yaratılmasında Allah'tan başkasının müdâhalesi yoktur. O'nun sevk ve idaresinde Allah'la beraber ortak olan, izzet ve saltanatında O'na denk olan tek kimse yoktur. Allah-u Teâlâ merkezi hükümranlığının tek sahibidir. Bu bakımdan O, tek başına tabiat üstü aleminin Rabbi olduğu gibi ahlak, siyaset ve medeniyet işlerinde de Rabdir, mabuddur. Ruk'u ve secdenizde yöneleceğiniz varlıktır. Duanızın yöneleceği yer, tevekkülünüzün dayanağıdır ve bu durum, bu tek ilâhın ilâhlığının özelliğidir. Bunu için, bu "rab" anlamlarının hiçbirine göre, yaratıklardan hiçbir şeyi Allah'a ortak (şerik) koşmak mümkün olmadığı gibi, bu anlamlardan birini diğerinden ayırmak da mümkün değildir.

Kuran'ın, bu davetini yaparken takip ettiği üslup ise aşağıdaki ayetlerde görülmektedir:

"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızları -hepsi de emrine ram olarak- yaratan O. Haberin olsun ki, yaratmak da, emretmek de O'na mahsus. Alemlerin Rabbı olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir" (Araf, 54).

"De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kim? O kulaklara ve gözlere mâlik olan kim? Ölüden diriyi kim çıkarıyor; diriden ölüyü kim çıkarıyor? işi kim tedvir ve idare ediyor?" Derhal diyecekler ki: "Allah." De ki: O halde, O'nun ikabından sakınmaz mısınız? İşte bunları yaratan sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl olup da (bunca delillere rağmen) imandan, döndürülüyorsunuz" (Yûnus; 31,32).

"Gökleri ve yeri hakkın ikamesine sebep olarak yarattı O. Geceyi gündüzün içine bürüyüp örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor. Güneşi, ayı musahhar kıldı. Her biri muayyen bir vakit için akmaktadır... işte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk O'nun, O'ndan başka hiç bir ilâh yok. Böyle iken siz nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" (Zümer, 5,6)

"Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi, görüp işlemenize vasıta olarak da gündüzü yaratandır".

"İşte Rabbiniz olan, her şeyi yaratan Allah budur. O'dan başka hiç bir ilâh yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?"

"Allah sizi fâideniz için yeri bir karargâh, göğü bir bina yapan size suret veren, sonra suretlerinizi güzelleştiren en temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırandır. İşte Rabbınız olan Allah budur. Bütün âlemlerin Rabbı yücedir. O dâimi yaşayandır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O halde O'na, dininde ihlas erbabı olarak dua edin" (Mümin, 61-65).

"Allah sizi topraktan yarattı" (Fâtır, 11).

"O geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içerisine sokar. Güneşi, ayı emre amade etmiştir. Her biri belirli bir müddet için akıp gidiyor, işte bunları yapan Allah'tır; sizin Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik olamazlar. Eğer onlara dua ederseniz, duanızı işitemezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde de onlar, sizin müşrikliğinizi tanımayacaklardır" (Fâtır, 13, 14).

"Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicidirler" (Rûm, 26).              

"O, size kendi nefislerinizden bir örnek getirdi. Sizi mıhlandırdığımız şeylerde sağ elinizin mâlik olduğu kölelerden ortaklarınız olmasını ister de bu hususta siz onlarla eşit olur, onları kendinizi saydığınız gibi sayar mısınız? İşte biz âyetleri, aklını kullanacak bir kavim için, böyle açıklarız. Hayır, o zulmedenler bilgisizce kendi hevalarına tâbi oldular" (Rûm, 28-29).

"O halde, sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına hiç bir şey bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30).

"Müşrikler, Allah'ı hak ve lâyık olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü yeryüzü, toptan ancak O'nun bir kabzasıdır. Gökler de, O'nun sağ eliyle toplanıp dürülmüşlerdir. O, müşriklerin kendisine katmağa devam ettikleri ortaklarından münezzehtir, çok yücedir" (Zümer, 67).

"Demek bütün hamd, hem göklerin Rabbı, hem yerin Rabbı, Allah'ındır. Göklerde de yerde de, büyüklük ancak O'na mahsustur. O, mutlak kadirdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Casiye, 36-37).

"O göklerin, yerin ve onların arasında ne varsa hepsinin Rabbi'dir. O halde sen, O'na kul-lak et ve kulluğunda da iyice sebat et. Hiç, ismi O'nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?" (Meryem, 65).

"Göklerin ve yerin bilinmeyenleri Allah'ındır. Her şey O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et; O'na güvenip dayan" (Hûd, 123).

"O doğunun da, batının da Rabbidir. O'ndan başka hiç bir ilâh yok. O halde güvenecek ve dayanacak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 97).

"Hakikat şu tevhit ve İslam dini, bir tek din olarak, sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil, bana kulluk edin. (Yahudiler, Hıristiyanlar) aralarında, din işlerinde fırka fırka oldular. Bununla beraber hepsi, yine ancak bize dönücüler" (Enbiyâ, 92-93)

"Rabbinizden size indirilen (Kur'an-ı Kerim)e uyun; ondan başkalarını veliler edinip de uymayın" (Araf, 3)

"De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların yegâne mâlikine, insanların mabuduna" (Nâs, 1-3)

"Artık kim, Rabbine kavuşmayı ümid ve arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiç bir kimseyi ve hiç bir şeyi ortak tutmasın" (Kehf, 110)

Bu âyetleri tertiplediğimiz sıra ile okuyunca, şu hususlar açıkça belirir ki, Kur'an-ı Kerim rûbûbiyeti hakimiyet ve mülkün eş manâlısı (soverignty) kabul ediyor. Ve bize Rabbin şu kâinatın mutlak ve ortaksız tek hakimi, mâliki olduğunu bildiriyor.

Bu itibarla O, bizim Rabbimizdir. Bütün alemin Rabbidir, terbiye edicimiz ve ihtiyaçlarımızı giderendir.O kefilimiz, koruyucumuz ve vekilimizdir.İtaat etmek, toplumsal hayatımızda değerli ve sağlıklı bir yöntemle dayanak teşkil eden sağlam bir fıtri temeldir. Merkezî şahsiyetiyle olan bağlantı sonucudur ki, değişik fert ve gruplar ümmetin düzenine katkıda bulunurlar.
Biz de dâhil, bütün yaratılmışların kulluğuna, itaatine, boyun eğmesine lâyık yegâne varlık O'dur.O, bizim ve her şeyin sahibi, efendimiz ve hakimimizdir.

Araplar ve bütün dönemlerin cahiliyet halkı, rûbûbiyetin bu toplayıcı anlamını parçalara bölüp değiştirmekle hata ettiler. Bugüne kadar da hata etmekte devanı ede gelmekteler. Sonunda da zan ve vehim onları, rûbûbiyetin beş çeşidinin de çeşitli şahıslara ait olduğu fikrine götürdü. Hatta bunun bilfiil o zatlara ait olduğuna da inanır oldular. Kur'an geldi de, ikna edici kuvvetli delilleriyle rûbûbiyete ait az veya çok herhangi bir hususun, elinde hükmetme selahiyeti olan başka birine ait olamayacağını tespit etti. Bizzat bu nizâmın kendisi, rûbûbiyetin bütün çeşitlerinde, bu nizâmı, yarattığı varlıklara hediye eden Allah'a ait olduğuna açık bir delildir.

Bunun için kim bu nizâmın içinde yaşadığı halde, hangi şekliyle olursa olsun, rûbûbiyetin bir kısmının Allah'tan başkasına ait olduğunu zannederse o, hakikatle savaşmış, hakka isyan etmiş, eliyle kendini tehlike ve hüsrana atmış, gerçeğe aykırı davranarak kişiliğini zedelemiş olur.

Ebu'l A'la Mevdudi

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol